Bosna trajedisi, insanın yapabilecekleri hakkında en iyiyi ve en kötüyü gösteren eşsiz bir bilgi kaynağıdır.
Juan Goytisolo
Bosna Hersek Hakkında Genel Bİlgi
Bosna-Hersek, Balkan yarımadasının batı kısmında bulunan eşsiz güzelliklere ve önemli bir tarihe ev sahipliği yapan farklılıkları ve zenginlikleri bünyesinde barındıran bir ülkedir. Kuzey ve Batı sınırlarında Hırvatistan Cumhuriyeti, Güney ve Doğu sınırlarında Sırbistan ve Karadağ yer almaktadır. Bosna Hersek’in nüfusu 4 milyondur, yüz ölçümü ise 51 bin km²’dir.
Balkan coğrafyasında önemli bir mevkide yeralan Bosna-Hersek tarih boyunca büyük sorunların, çatışmaların ve savaşların içerisinde yer almıştır. Öyle ki Birinci Dünya Savaşı’nın sebeplerinden biri olarak gösterilen Gavrilo Princip’in 28 Haziran 1914’te Saraybosna’yı ziyarete gelen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Arşidük Franz Ferdinand‘ı öldürmesi olayıda Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da meydana gelmiştir. Bosna-Hersek tarihin büyük döneminde kısa süreli olarak kendi krallığı ile yönetilmiş bunun dışında büyük devletlerin idaresi altında kalmıştır.
Bosna-Hersek’in siyasi sınırları 18. ve 19. yüzyıllar boyunca (1699’dan 1878’e kadar) bir dizi muahede ve dostluk antlaşması ile belirlenmiştir. Bosna-Hersek uzun bir tarihe sahip olan bir Avrupa ülkesidir ve orta çağlardan günümüze dek kesintisiz jeopolitik bir entite olagelmiştir.
1180’den itibaren 1436’ya kadar uzanan dönemin büyük bir kısmında bağımsız bir kırallık idi;
1580-1878 tarihleri arasında Osmanlı İmparatorluğunun bir eyaletiydi.
1878’den 1918’e dek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki bir ‘’Has Tımar’’idi;
1945’den 1992’ye kadar Yugoslavya’nın Federal Cumhuriyetlerinden biriydi. (Erkilit, 2003,13)
Savaşın Tarihsel Arka Planı
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 1918 yılında kurulan Hırvat Sırp Sloven Krallığı ve daha sonraki ismi ile Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetinin bünyesinde bulunan Bosna-Hersek, daha sonrasında Yugoslavya’yı derinden sarsan ve dağılmasına sebebiyet veren etnik ve dini çatışmaların odak noktası olmuştur. 1980 yılında Yugoslavya’da birliği sağlayan en önemli aktör olan Josip Broz Tito’nun Ljubljana hayatını kaybetmesi ile birlikte merkezi otorite sarsılmış Yugoslavya Komünist partisi içindeki revizyonist fraksiyon ile radikal fraksiyon arasındaki çatışmalar, Yugoslavya’daki etnik ve dini çatışmalarıda beraberinde doğurmuştur. Tüm bu olayların ışığında Yugoslavya’yı oluşturan temel değerler sarsılmıştır ve Yugoslavya Dağılmıştır. Yugoslavya’nın dağılışı 1993 yılında Kadife Devrim ile dağılan Çekoslovakya gibi olmamıştır Yugoslavya’nın dağılma süreci oldukça sancılı geçmiştir. Bu sancılı süreçte birçok kanlı çatışma yaşanmıştır, bunlardan en şiddetli geçeni ise Bosna savaşıdır.
Yugoslavya’nın Dağılması sürecinde ilk olarak 25 Haziran 1991’de Milan Kucan önderliğinde Slovenya Cumhuriyeti resmen bağımsızlığını ilân etti. Eylül 1991’de Slovenya’dan Yugoslavya Halk Ordusu birlikleri tamamen çekildi. 15 Ocak 1992’de Avrupa Birliği tarafından resmen tanınan Slovenya 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edildi.
Hırvatistan’da Franjo Tudmanliderliğinde 25 Haziran 1991’de bağımsızlığını ilân etti ve 15 Ocak 1992’de Avrupa Birliği tarafından tanındı, 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler üyeliğine resmen kabul edildi. Sırplar, Hırvatistan’ı yok etmek amacıyla buradaki soydaşlarını ayaklandırarak Yugoslavya Halk Ordusu birliklerinin yardımıyla savaş başlattılar. Savaşın en acı günlerini yaşayan bölgeler Vukovar, Knin ve çevresidir. 1991’in son aylarında Knin ve çevresinde yerli Sırplar tarafından Republika Srpska Krajina adında müstakil bir cumhuriyet kuruldu. Neticede Birleşmiş Milletler ve Batlı devletlerin yardımlarıyla Hırvatistan savaş öncesindeki Hırvat topraklarında hâkimiyet kurdu.
Bosna-Hersek Aliya İzzetbegoviç önderliğinde 1 Mart 1992 tarihinde yapılan referandum sonrasında 3 Mart 1992’de Bosna-Hersek Cumhuriyetinin bağımsızlığını ilan etmiştir daha sonrasında ABD ve Avrupalı devletler tarafından tanınmış ve 22 mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edilmiştir.
5 Nisan 1992’de Saraybosna’da Vrbanja Most’taki protesto esnasında öldürülen Suada Dilberoviç’ten sonra Bosna-Hersek’te 1995’e kadar devam eden büyük bir savaş başladı. Hırvat lideri Franjo Tudman ile Sırp lideri Slobodan Miloševiç’in Mart 1991’de gizlice Karadordevo Antlaşmasını imzalayıp Bosna-Hersek’in bağımsızlığı aleyhinde Sırp-Hırvat ittifakını kurdular. Bu antlaşma II. Dünya Savaşı öncesi 1939’daki Cvetkoviç-Macek antlaşmasının bir devamıydı; büyük bir ihtimalle, Bosna-Hersek’in Sırplar ve Hırvatlar arasında yeniden bölüşülmesi ve müslümanlara bağımsız bir Bosna-Hersek Devleti kurma fırsatının verilmemesi kararlaştırılmıştı.
Bosna-Hersek’in bağımsızlığının tanınması beklenen barış ortamı ümitlerini yerine getiremedi. Tam tersine Avrupa’nın 1949’da Yunan iç savaşının sona ermesinden sonra ilk defa yaşadığı ve sonuçları itibariyle hiç öngörülmeyen bir anlaşmazlığa dönüştü. Şubat 1992 sonlarından itibaren, bağımsızlık için yapılacak referandumdan kısa bir süre önce, çatışmalar başlamış, 1320 kişi hayatını yitirmiş, yaklaşık 700.000 kişide ya ülkeyi terketmiş veya ülkenin başka bölgelerine kaçmak zorunda kalmıştır (Bağcı, 1994, 258).
Bosna Soykırımı
Soykırım, savaş başladığından beri Sırpların başvurduğu yegane savaş yöntemiydi. Daha savaşın ilk evrelerinde Nisan 1992’de Srebrenitza’nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde yaklaşık 350 Boşnak, Sırp paramiliterleri ve özel polis güçleri tarafından işkenceye tabi tutulmuş ve öldürülmüştü. Miloseviç’in eski korumalarından Nasır Oriç’in kurduğu Müslüman direniş örgütü ilk yıllarda Srebrenica’yı savundu. Yugoslavya SFC ordusunun tüm imkanlarını kullanan Sırplara karşı Müslümanlar bölgeye uygulanan ve en çok kendilerinin zarar gördüğü ambargodan ötürü hafif silahlarla ve az sayıda mermi ile karşı koymaya çalışıyordu.
Bosna Savaşı’nın sonlarına doğru Müslümanların birçok cephede zafer kazandığı bir sırada öne çıkarılan Dayton Barış müzakereleriyle savaşın sona ereceğini gören Sırplar, avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bu iki kente saldırdılar. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında toplu katliamın kurbanı oldu.
Srebrenica çevresindeki ilk toplu mezarları ortaya çıkararak Pulitzer Ödülü kazanan Amerikalı gazeteci David Rohde bu tavrı eleştirerek şöyle dedi: “Uluslararası camia taraflı bir şekilde binlerce insanı silahsızlandırmış ve sonra da onları en azgın düşmanlarına teslim etmiştir. Srebrenica, uluslararası camianın felaketin uzağında durduğu bir durum değildir. Aksine, uluslararası camianın eylemleri katilleri cesaretlendirmiş, onlara yardım etmiş ve işlerini kolaylaştırmıştır. Srebrenica’nın düşmesi gerçekte olması gereken bir durum değildi. Binlerce iskeletin Doğu Bosna’da oraya buraya saçılmasına hiç gerek yoktu. Binlerce Müslüman Bosnalı çocuğun Sırplar tarafından boğazlanmış babalarının, dedelerinin, amcalarının ve kardeşlerinin hikayesi ile büyümesine hiç gerek yoktu.”
Bosna-Hersek Federasyonu Kurulması
Savaşın ilk aylarından başlayarak Birleşmiş Milletler temsilcisi Cyrus Vance ve Avrupa Birliği temsilcisi Lord Owen savaşı durdurmak için taraflarla müzakereler yaptılar. Bosna-Hersek’i etnik açıdan 3 bölgeye ayıran çeşitli haritalar çizildi ve taraflara sunuldu. 1994 yılında NATO uçakları Birleşmiş Milletler’in ilan ettiği uçuş yasağını uygulamaya başladılar. Böylece Sırpların hava üstünlüğü kaybolmuş oldu. Mart 1994 tarihinde Boşnaklar ve Bosnalı Hırvatlar anlaşmaya vardılar ve birbirleriyle savaşmaktan vazgeçtiler.
Srebrenitsa Katliamı
Srebrenitsa şehri güvenli bölge ilan edildikten sonra Thom Karremans komutasındaki az sayıda BM askeri karafından korunmaktaydı, şehirde çok sayıda savaştan kaçan sivil mülteciler bulunuyordu. Şehir, açlık ve hastalıkla mücadele eden bir toplama kampı görünümündeydi adeta, 95 harekatı kapsamında Srebrenitsa şehrine doğru harekete geçen Ratko Miladiç komutasındaki sırp güçleri 10 Temmuz 1995’de şehri bonbardımana tutmuştur. Daha sonrasında bölgenin güvenliğinden sorumlu olan Hollandalı kumandan Thom Karremans Srebrenitsa’yı Sırplara teslim ederek bölgeden ayrılmıştır ve 11 temmuz 1995’de sırplar bölgeye girmiştir, Ratko Mladiç komutasındaki VRS (Bosna Sırp Cumhuriyeti Ordusu) birlikleri Srebrenitsa’ya girerken Mladiç kameralara şunları diyordu: “Bugün 11 Temmuz 1995. Sırplar için kutsal bir günün yıl dönümünü kutlamadan önce Sırp Srebrenitsa’dayız. Bu kenti Sırp milletine armağan ediyoruz. Osmanlı’ya karşı gerçekleştirdiğimiz ayaklanmanın anısına, Türklerden öç alma vakti gelmiştir.”
Srebrenitsa’ya giren Sırp birlikleri büyük bir soykırıma girişmişlerdir bu katliamlarda en az 8.372 soydaşımız katledilmiştir.
Markale Pazarında İkinci Patlama: NATO Askerî Müdahalesi
28 Ağustos 1995’te Saraybosna’daki Markale pazarına Sırplar tarafından atılan bombanın patlaması sonucu 37 kişi öldü, 90 kişi de yaralandı. 30 Ağustos 1995’te, en son UNPROFOR askeri de Bosna Sırp topraklarından ayrılır ayrılmaz NATO uçakları Sırp Cumhuriyeti’nde seçilmiş bazı hedeflere bir dizi hassas vuruş yaptılar. Bosna Sırp askeri birliklerine yönelik NATO bombardımanı için gerekçe olarak Markale’deki silahsız Boşnaklara karşı saldırı ve Srebrenitza katliamı gösterildi. Hırvat, Boşnak ve NATO saldırıları karşısında uzun süre dayanamayan Sırp birlikleri, Ekim ayında teslim olmak zorunda kaldı. NATO baskılar sonucu İzzetbegoviç, Tudjman ve Miloseviç anlaşma masasına oturdular. 21 Kasım 1995’te Dayton Antlaşması kabul edildi. 14 Aralık 1995’te bu antlaşmanın son halinin imzalanmasıyla birlikte Bosna Savaşı son bulmuş oldu.
Dayton Antlaşması Süreci ve Genel Değerlendirme
Aliya İzzetbegoviç önderliğindeki Bosnalı Müslümanlar, Hırvat ve Sırp’ların oluşturduğu bu katil ve faşist çetelere karşı amansız bir mücadeleye girişmişlerdir. Dünya kamuoyundan ve İslam Aleminden yeteri kadar destek bulamasalarda sınırlı ve kısıtlı imkanlarla büyük bir direniş destanı ortaya koymuşlardır. 1992 yılında savaşın başlamasıyla birlikte Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç , resmen savaş ilan etmiş ve haziran ayında düzenli birliklerden oluşan Bosna ordusunu kurmuştur. Bununla birlikte Bosna savaşı tarih sahnesinde benzerine oldukça az rastlanılan mücadelelere sahne olmuştur. 1992 yılında savaşın başlamasıyla beraber Sırplar Başkent Saray Bosnayı kuşatmış ve tam 3.5 yıl süren bu kuşatma modern savaşlar tarihinin en uzun kuşatması olarak tarihe geçmiştir Boşnaklar bu kuşatmayı yarabilmek amacıyla oldukça zor ve çetrefilli yollardan geçmişler, işte bu zor ve çetin koşullar beraberinde Boşnakların inancı mücadelesi ve Azmi ile birleşince bu problemlere karşı çözüm bulmakta zor olmamıştır nitekim kuşatma sırasında mücadele eden Bosnalı Müslümanlara havadan ve karadan yardım götürülemeyince bizzat Aliya İzzetbegoviç’in emriyle bir tünel yapılmasına karar verilmişti. 1993 yılında açılan Umut Tüneli ile kuşatma altındaki Saraybosna ile Birleşmiş Milletler kontrolünde olan Saraybosna Uluslararası Havalimanı arasındaki bağlantı sağlanmış ve 800 metre uzunluğundaki bu tünel sayesinde savaşın ve Boşnakların makus tarihi değişmiştir.
Bosnalı Müslümanların varlık özgürlük ve birlik şiarı ile, zalim ve katil güruhlara karşı göstermiş oldukları bu onurlu direniş nihayet zaferle sonuçlanmıştır savaşın ilk günlerinden son günlerine kadar giderek artan bir mücadele neticesinde müslümanlar sırp güçlerine üstünlükleri kabul ettirmiştir ve Aliya İzzetbegoviç’in görüşmeleri sonucu “21 Kasım 1995 tarihinde ABD’nin Ohio eyaletindeki Dayton kentinde taslağı hazırlanan ana metin ve 11 ekten oluşan antlaşma, 14 Aralık 1995 tarihinde Paris’te Bosna-Hersek adına Aliya İzzetbegoviç, Hırvatistan adına Franko Tudjman ve Yugoslavya Federal Cumhuriyeti adına Slobodan Miloseviç tarafından imzalanmıştır.
Bu antlaşmayla kurulan Bosna-Hersek Devleti, 10 kantondan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti olarak iki entiteye ve Brcko adındaküçük bir özerk bölgeye ayrılmıştır. Bu entiteler hukuksal olarak gerçek bir sınır niteliği taşımayan ve uluslararası güç (Implementation ForceIFOR/ Stabilization Force-SFOR) tarafından denetlenen yaklaşık 1400 km. uzunluğundaki bir sınır ve ayrım hattı ile ayrılmışlardır, Antlaşma, şu kurumlardan oluşan bir anayasanın oluşturulmasını öngörmüştür: Halk Meclisi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan ikili parlamento, üç kişiden oluşan Cumhurbaşkanlığı Konseyi (iki üye Bosna ve Hersek Federasyonu’ndan bir üye Sırp Cumhuriyeti’nden), Bakanlar Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve Merkez Bankası. Antlaşmada belirtilen ortak kurumların başında Müslüman, Sırp ve Hırvat olmak üzere her üç milletin bir temsilcisinin bulunduğu Cumhurbaşkanlığı Konseyi gelmektedir. Dört yıllık bir süre için göreve gelen Konseyin başkanlığı sekiz aylık rotasyonla el değiştirmektedir (Dalar, 2008, 98).”
Bosna Sırplarının lideri Radovan Karadziç’in hedefi, ülkeyi Bosna Hersek Federasyonu ve Bosna Sırp Cumhuriyeti olmak üzere ikiye bölmekti.ABD’nin girişimiyle sonuçlandırılan ve Karadziç’in taleplerini karşılayan Dayton Antlaşması, koşulları ne kadar kötü olsa bile, Sırpların soykırım eylemlerinin engellenmesi ve barışın kurulması için geçici de olsa bir çare olarak değerlendirilmiştir (Dalar,2008,98). Dayton Antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Bosnalı müslümanlar savaştan galip ayrılsada aslında yukarıda da bahsedildiği gibi bu antlaşma avantajları ve dezavantajlarıyla Boşnakların karşısına çıkmıştır nitekim Aliya İzzetbegoviç antlaşma ile ilgili olarak şu sözleri zikretmiştir “Bu adil bir barış olmayabilir; fakat süren bir savaştan daha iyidir.
Yugoslavya Komünist Partisi kişilerin siyasi düşüncelerini veya ulusal kimliklerini dini referanslara dayandırarak ifade etmesine izin vermemiştir. Bundan dolayı, Müslümanlar dini bir grup olarak görülmüş ve kendi devletlerine sahip olamamışlardır. Hırvatistan bağımsızlığını kazandığında Bosna Hersek’i ilhak etmek için çalışmalar yapmıştır. Bu dönemde, Alia İzzetbegoviç Bosna İslam Devleti düşüncesinin gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. İzzetbegoviç İslam düzeni kurmanın bütün Müslümanların temel amacı olması gerektiğine inanıyordu. Ancak, Bosna Hersek’in temel sorunu tek bir etnik kimliğe sahip olmamasıydı. Bosna Hersek’te yaşayan Sırplar Ortodoks’tu ve Yugoslavya yönetimine sadakatle bağlıydılar. Aynı şekilde, Bosna Hersek’te yaşayan Hırvatlar da Katolik’ti ve Hırvatistan’a bağlılıkları bulunmaktaydı. Ne Sırplar ne de Hırvatlar bir İslam devleti içinde yaşamak istiyorlardı. Bu nedenle, Hırvatlar ve Sırplar tarihsel olarak Müslümanların Hırvat veya Sırp olduklarını iddia ediyor ve bu toprakları Hırvatistan veya Sırbistan sınırları içine almak için Müslümanları ikna etmeye çalışıyorlardı. Bütün bu faktörler bir Bosna devletinin kurulmasının ne kadar güç olduğunu, buradaki çatışmaların neden bu kadar kanlı geçtiğini ve uluslararası toplum tarafından tanınmasının neden uzun sürdüğünü açıklamaya yeter. Ayrıca burada niçin bir federal yönetim kurulduğunu anlamamızı da kolaylaştırır (Azarkan, 2011, 84).
Reel politik değerler gözönünde bulundurulduğunda 1991 sayımlarına göre Bosna Hersek nüfusunun %45,3’ünü Müslümanlar, %31,3’ünü Sırplar ve %17,3’ünüde Hırvatlar oluşturmaktadır bu kadar farklı bir etnik yapının hakim olduğu bir Bosna coğrafyasında nasıl bir devletin kurulacağı ve bu devletin hangi temellere dayandırılacağı gibi sorunlar bana kalırsa hala çözüm bulunması gereken temel sorunlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır bu açıdan Dayton Antlaşmasını olumlu ve olumsuz taraflarını bir bütün olarak ele alınırsa daha sağlıklı sonuçların elde edileceği kanaatindeyim.
Aliya İzzetbegoviç, Bilge Kral lakaplı büyük kumandan, 20. Yüzyılın büyük filozofu ve devlet adamı derin bir ufka sahip, milletine sadakatle hizmet eden önder. Tito Yugoslavyasında Müslüman ahalinin hakları için mücadele eden Aliya İzzetbegoviç Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Bosna-Hersek’in bağımsızlığı için bütün ömrünü bu uğurda harcamıştır. Zaman zaman cephede zaman zaman diplomatik görüşmelerde en ön safta yer tutmuş ve bu kanlı savaşa bir çözüm bulmak için azminden ve kararlılığından biran olsun taviz vermemiş, halkının ve milyonların sevgisini kazanmıştır.
20. yüzyılın sonlarına doğru aslında Avrupalıların kendi tarihleri ve yaptıkları gözönünde bulundurulduğunda Asrın trajedisi diye rahatlıkla nitelendirebileceğimiz Bosna savaşı, bizlere hatırlattıkları ve gösterdikleriyle onutulmamak üzere tarihin bir köşesinde durmaktadır. Bosna savaşı bizlere göstermiştirki, Avrupa ve Avrupa medeniyeti bir kez daha kirli ve karanlık tarihini haklı çıkarmış ve asırlardır biriktirdiği kinini ve nefretini Bosnalı müslümanların üzerine kusmuştur.Bu kanlı savaşta kimilerinin neler yaptıklarından ziyade neleri yapmadıklarının da bizlere en iyi kanıtı olmuştur. Dünyanın gözü önünde etnik kimliği dini ne olursa olsun masum insanlar katledilirken, insanlığın bu katliamı görmezden gelmesi ve göz yumması Bosnalı Müslümanların kalbinde telafisi imkansız yaralar açmıştır. İnsanoğlunun içine düştüğü bu tarifi oldukça zor karanlık dönemden kurtulması huzur ve barış içerisinde yaşaması temennisi ile yazımı Aliya İzzetbegoviç’in şu sözleriyle noktalıyorum ;
“Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”
Aliya İzzetbegoviç’ten Türklere Mektup
Merhaba Efendim,
Ben Aliya.
Aliya İzzetbegoviç.
Bosna-Hersek’in Cumhurbaşkanıyım.
Sizi Devlet-i Aliyye’nin en güzel şehirlerinden birinden, Bosna Sarayı’ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna’dan selamlıyorum.
Bu kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa’dan, Avrupa’nın ve Batı’nın aslında ne olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum.
Belki bilirsiniz, benim dedem Devlet-i Aliyye’nin ordusunda askerlik yapmıştı, Üsküdar’da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla, ninem Sıdıka ile evlenmiş. Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş. Biz ailece 1927’ye kadar Bosanski Samac şehrinde yaşadık. Bu şehir Sultan Abdülaziz zamanında Müslümanlara tahsis edilmiş, Semendire’den gelen Boşnaklar tarafından kurulmuş. Ben iki yaşındayken Saraybosna’ya taşınmışız. Çocukluğum ve öğrenciliğim Saraybosna’da geçti. Bu dönemde Yugoslavya’da Kara Corceviç hanedanı hüküm sürüyordu. Bu hanedan, 19.yüzyılda Devlet-i Aliyye’ye isyan eden Sırp Kara Corceviç’in kurduğu hanedandı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Corceviçier planlı bir şekilde Müslüman halkı yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan toprak reformuyla bize ait 10 milyon dönüm toprağa el koydular. Birçok zengin aile, bir gecede her şeylerini kaybetti, Müslümanlar varlıklı uyandıkları günün akşamina fakir bir halk olarak girdi.
Bosna’da üç halk yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar. Aslında onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk diyorlardı. Sırpların gözünde 1389 Kosova Savaşı’nda burayı fetheden Türkler bizdik yani Boşnaklar. (Siz de sorguladınız mı bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389 ile 28 Haziran 1914 arasında küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu düşünmüşümdür. Hatırlarsınız, 28 Haziran 1914 günü, Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip’in ateşlediği kurşun, Birinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştı. Bu savaşın en önemli amacı ise Devlet-i Aliyye’yi çökertmek ve sömürgecilere karşı direnen son kaleyi tarumar etmekti. Bunu başardılar da.)
Boşnaklara sorarsınız, tarihi hafızamızda üç tarihin çok önemli olduğunu söylerler. Birisi bu 1918. ikincisi Devlet-i Aliyye’nin Bosna topraklarından çekilmeye başladığı, Avusturya-Macaristan’ın yavaş yavaş hüküm sürdüğü 1878. Son olarak da artık Türk hâkimiyetinin tamamen son bulduğu ve Sultan Abdülhamid’in resimlerinin duvarlardan indirilip Avusturya-Macaristan imparatorunun resimlerinin asıldığı 1908. Babam o günleri gözü dolarak anlatırdı hep. Çünkü 1908’den sonra biz Boşnaklar çok büyük sıkıntılar yaşadık.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Sırplar ve Hırvatlar, ülkemizi ikiye ayırmaya karar verdiler. Hangi şehirde kimin daha fazla nüfusu varsa, o şehir o devletin olacaktı. Sırp ise Sırbistan’ın, Hırvat ise Hırvatistan’ın… Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Türkler hiç hesaba katılmadan sayım yapılacak-tı. Tuhaf olan ise Bosna’da en fazla nüfusa sahip milletin Türkler olmasıydı. Ikinci ayrışmayı Soğuk Savaş’ın sona er-mesi ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla yaşadık. Bu yüzyılın bizce en hazin, en zalim, en yoksul vakitleri, 1992 ile 1995 arasına âdeta sıkıştırılmış o felaket günlerdi. Hele insan onurunun tamamen ortadan kalktığı, vicdanın yok olduğu, insanlığın, evet insanlığın kaybolduğu Temmuz 1995…
Efendim,
Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara sorarsanız, Avrupa’ya İslam’i yaymaya çalışan Türklere deniyor. Peki, Türklere sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnaklara Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil. Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak’ı “Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet” diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde, Türkiye’den bize destek olmak için gelen savaşçı la da Boşnak’tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da…
Dedelerimizin seksen yıl önce Çanakkale’de ve Yemen’de korumaya çalıştıkları şey neyse bizim Saraybosna’da ayakta tutmaya çalıştığımız şey oydu. Dünyayı sömürgeleştirmek isteyen, bunun için bazen dini, bazen dili bazen ırkı, bazen mezhebi kullanan işgalcilere karşı insanlığı, kardeşliği bir arada yaşama idealini korumak için direndik. Bu idealin adı Bosna’ydı. Boğazı sıkıldı, kurşuna dizildi, aç bırakıldı, tecavüz edildi, yalnızlaştırıldı ve ölüme terk edildi.
O günü hiç unutmuyorum:
Yugoslavya’nın artık dağılacağı belli olmuştu. Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan ettiler, Avrupalı devletler onları hemen tanıdıklarını açıkladılar. Biz, Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların birlikte barışla yaşayacakları bir devleti savunuyorduk. Ama Sırplar bizim gibi düşünmüyorlardı. Yugoslavya’nın hiç parçalanmadan, tamamıyla Sırp hâkimiyeti altında Büyük Sırbistan adıyla devam etmesini planladılar. Kimliğimizi yok edeceklerdi, bizi insan olarak bile görmeyeceklerdi. Yugoslavya ordusunun bütün silahlarına, Yugoslavya istihbaratının bütün araçlarına el koydular. Bosna-Hersek olarak bağımsizlığımızı ilan etmeye kalktığımızda Avrupa bizden referandum istedi. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı referandumda % 64,4 bağımsızlık yönünde oy kullanıldı. Biz haklıydık ama o gün Sırp askerleri topraklarımızı, devletimizi işgal etmeye başladı.
Silahımız yoktu. Tankımız, roketatarlarımız, uçaklarımız, bombalama da… Hepsine onlar el koymuştu. Birleşmiş Milletler’e başvurduk. Avrupa’dan ve Amerika’dan adaleti, hakkı, hukuku, yıllardır savundukları demokrasiyi, hürriyet hakkını, kendi koydukları ve var olduğunu savundukları ilkelere sahip çıkmalarını talep ettik. Yardım dilenmedik, para ve silah da… Sadece ama sadece silahsız ve korunmasa halkı koruyacak bazı tedbirler talep ettik. Çünkü Birleşmiş Milletler bunun için kurulmuştu; barışı, demokrasiyi korumak, soykırımlara engel olmak. Toplandılar, bir karar açıkladılar. “Savaşın üstüne savaş eklemek istemiyoruz.” dediler. Silah satışına ambargo koydular.
Bu ne demekti? Bütün Sırplar silahlıydı ama artık ambargo sebebiyle, direnmeye başlayan Boşnaklara silah satışı yasaklanmıştı. Avrupa ve Amerika, Müslümanları, Türkleri yani sizin deyişinizle biz Boşnaklara elimiz kolumuz bağlı hâlde düşmanımızın önüne sürdü.
1200 gün boyunca gece ve gündüz cehennemi yaşadık.
1200 gün boyunca Avrupa’dan, Amerika’dan sesimizi duymalarını bekledik.
Her gün bizi kandırdılar, her gün bizi aldattılar.
Çare bulmak ümidiyle gittiğimiz her toplantının aslında düşmanımıza daha fazla zemin hazırlama çalışması olduğunu fark edince Avrupa’nın ne demek olduğunu anlamıştım
Onlar için biz yoktuk. Avrupa’nın ortasında bir halk, sadece Müslüman olduğu için, hakkını-hukukunu demokrasiyle aradığı için katillerin önüne elleri bağlı halde terk edildi. Ben hatkımı bir savaşın yaklaştığına dair ikaz ettim ama itiraf etmeliyim ki bir savaşın içinde olduğumuzu söylerken bile 20. yüzyılda bir millete soykırım uygulanacağını, hele bunun Avrupa’nın gözünün önünde ve hemen yanında, onların göz yummasıyla yaşanacağını hiç ama hiç düşünmemiştim. (Soykırım elbette soykırımdır. Mesela neredeyse aynı tarihlerde Afrika’da yaşanan ve bir milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan Ruanda Soykırımı için Fransa Devlet Başkanı François Mitterand’ın “Oralarda yaşanan şeylerin ciddiye alınmasını gerekli görmüyorum.” dediğini duymuştum. Orası Afrika’ydr Yıllarca Fransızlar ve Ingilizlerin sömürdükleri topraklar. Ben de Fransızların, Ingilizlerin oralara bu kadar umursamaz baktıklarını biliyordum. Biz Avrupa’da olduğumuz için en azından bir sorumluluk hissedeceklerini düşündüm. Yanılmışım.)
Peki, neler oldu Bosna’da?
Bosna, dört bir tarafından Sırp askerleri tarafından kuşatıldı. Boşnaklar, tarihte eşine az rastlanır bir direniş sergilediler. Kendi tüfeğimizi yapmaya çalıştık, kendi silahlarımızı üretmeye uğraştık. Şofbenden bombalar, soba borularından roketatarlar yaptık. Ama hiç tankımız olmadı mesela. Savaşı yaşamayan kişiye onu anlatmak çok zordur. Anlayamazsınız. Dört tarafı dağlarla çevrili bir şehre, her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi vurma emri veren bir zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale gelebileceğini hayal etmeye çalışın. Milyonlarca boş kovan… Elinizdeki insani malzemenin tükendiğini… Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri yok edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de… Şehre giriş ve çıkış da yapılamıyordu. Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlıları açlıktan, bakımsızlıktan öldüler. Birleşmiş Milletler, yardım gönderiyoruz diye bize otuz yıl öncesine ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu konserveleri sokağa koyduğumuzda, kapağını henüz açmadan köpekler bile onların kokusunu alıp hemen kaçıyorlardı.
Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler, kadınlarımıza ve kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi. Maalesef Bosna’nın her tarafından, Mostar’dan, Srebrenitsa’dan bu tür haberler alıyorduk. Bu, Sırp askerlere verilmiş kati bir emirdi. Sırp entelektüellerin teorisini yazdığı etnik temizliğin bir parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından kurgulanmış iğrenç bir plandı. Bir gün Brçko’da üç bin kardeşimizin boğazlanıp nehre atıldığını öğrendik, başka bir gün toplu soykırım Kosaraz’da devam etti, peşinden Prijedor’da… Ve sonra bütün Bosna’da…
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak yaşama idealine karşı çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp devletinin takip ettiği işgal politikasına… Ama düşmanımız yani Sırplar, doğrudan bizim milletimize düşmandı. Savaşta bile olsak, inançlı birer Müslüman olarak Kitab ne emrediyorsa ona göre davranmak zorundaydık. Öyle de davrandık. Bunu, insanlık ve İslamlık onuruyla ve gururla söyleyebilirim. Sırplar, şehitlerimizi gömdüğümüz mezarlarımıza bile tahammül edemediler, hepsini tarumar ettiler. Sadece mezarlarımızı değil, tarih? eserlerimizi de… Yüzyılların kıymeti Mostar’daki köprümüz, Saraybosna’daki NAHIT Kütüphanemiz ki bu kütüphane Avrupa mimari tarzına göre inşa edilmişti. Yıktılar, yaktılar. Yıkılan 1300 camimizi saymaya gerek var mı bilmiyorum.
200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce kadınımıza ve çocuğumuza tecavüz edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını ve yüz binlerce vatandaşımızın yurtlarından kaçmak zorunda kaldığını gördükleri halde Fransa, İngiltere, Rusya gibi büyük devletler ne yaptı dersiniz? Onlardan sadece Saraybosna’ya uygulanan ambargoyu kaldırmalarını istediğimiz zaman, Güvenlik Konseyi toplandı ve talebimiz işte bu modern ve demokrat devletler (!) tarafından reddedildi. Ben hem onların, hem Sırpların bana karşı işlediği suçları affedebilirim, askerlerime karşı işledikleri suçları da… Ama söyleyin, hangi sabır, hangi vicdan, hangi inanç onların kadınlarımıza ve kızlarımıza yaptıklarını affettirebilir? Asla affetmeyeceğim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra Batı’nın ve Avrupa’nın Bosna’da yaşanan soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. yanlış anlaşılmasın. Onlar, bu soykırıma doğrudan ve ‘ok etkili bir şekilde müdahale ettiler: Sırplara yapabilecekleri her türlü yardımı perde arkasında yaptılar, Boşnakları elleri kolları bağlı bıraktılar ve sonunda zeminini hazırladıkları Müslüman kıyımını oturdukları yerden seyrettiler.
Saraybosna’yı, Mostar’ı gezerken göreceksiniz ki bizim şehirlerimizde park yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin istirahatgâhı. Boşnakların en mahir olduğu işlerden biri de mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza çıkacak şehitliklerimizde göreceksiniz. Dünya Bosna’yı o mucizeyi ve onurlu direnişiyle hatırlasın istesem de bizim yüreğimizde sakladığımız ama yine de yüzümüze yansıyan şey “acı”dır. Lütfen bu söz sebebiyle bize acımanız gerektiğini düşünmeyin hatta sakın bize acımayın. Çünkü bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak’ın anlayabileceği ve hakkıyla yaşayabileceği bir histir. Biz acınacak bir millet değiliz aksine bastığımız her adımda gururla yürüyoruz.
Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çoğunuzun üstünkörü bildiği, bazı detaylarına vakıf olmadığı Srebrenitsa Olayı hakkında… Bir insanın hayatında karşılaşabileceği en aşağılayıcı, en zalim, en adi günlerin yaşandığı katliam… inanın, o gün Srebrenitsa’da bulunan binlerce Boşnak kardeşimize Allah’ın Kitab’da bize anlattığı cehennemi tarif etseniz, onlar o cehenneme sığınmak için ne yapmaları gerekiyorsa mutlaka yaparlardı. Ama buna bile fırsatları olmadı.
Srebrenitsa, Sırbistan sınırına yakın olan bir şehrimizdi. Birleşmiş Milletler savaş devam ederken burayı Güvenli Bölge ilan etti ve Hollandalı bir asker? birliği şehrin beş kilometre yakınına, Potocari’deki kampa yerleştirdi. Şimdi dinleyeceklerinizi lütfen yüzlerce yıl önce yaşanıp bitmiş bir hadise olarak dinlemeyin. Henüz yirmi yıl önce yaşanmış ve etkileri hâlâ devam eden çok taze bir dramdır bu.
Güvenli Bölge ilan edilen bir yerde “Avrupa’nın ilkeleri” gereği insanlar silahsızlandırılır. Boşnak kardeşlerimiz de Avrupa’ya güvenerek ve artık NATO, BM gibi kurumların ko-ruması altına girdiklerini düşünerek silahlarını teslim ettiler. Fakat 1995’in Temmuz’unda Sırplar, Radko Mladiç komutasında Srebrenitsa’yı abluka altına aldılar. Dağlardan sivil insanlara tanklarla, toplarla saldırmaya başladılar. Çevre kasaba ve köylerdeki vatandaşlarımız, büyük bir korkuyla güvenli yer bildikleri Srebrenitsa’ya sığındı. Şehrin nüfusu bir anda katbekat arttı. Artık bırakın evleri, sokaklarda bile yatacak yer, yiyecek gıda kalmamıştı. Mladiç, bir insanın asla yapamayacağı bir planla silahsız ve korunmasız bu insanların üzerine ateş kustu. Binlerce Boşnak, canını kurtarmak üzere Potocari’deki BM kampına sığındı. Şehir boşaltılmış, yirmi bine yakın masum sivil halk, kampın etrafına kaçmıştı. Gücü yetenler ise ormanlara dalıp Tuzla tarafına doğru koşmaya ve kurtulmaya çalıştı.
Mladiç, askerleriyle birlikte Srebrenitsa’ya girdiğinde yakılmış evler, yıkılmış camiler ve okullarla karşılaştı. Sokaklarda tek bir insan bile yoktu. Büyük bir keyifle gezindiği caddelerde “Nihayet Türklerden intikamımızı alıyoruz, artık onları Avrupa’dan tamamen koymanın zamanı geldi.” diye konuşuyor, askerlerini tebrik ediyordu.
Bugün Almanya’ya gitseniz, sokaklarda karşılaştığınız herhangi bir Alman vatandaşının yüzüne baksanız, Yahudi soykırımı sırasında yaşanan insanlık dışı olayları bu insanların yaptığına inanır mısınız? Ben inanamıyorum. Tıpkı sokakta karşılaştığım bir Sırp’ın o gün Srebrenitsa’da yaşananlar’ yapacağına inanamadığım gibi. Fakat yaptılar. Maalesef yaptılar.
Miadiç, askerleriyle Potocari’deki kampa geldi. Kampa sığınan bütün sivillerin kendisine teslim edilmesini istedi. O gün, orada bulunmalarının tek sebebi, silahsız ve korunmasız hâlde kendilerine yalvaran halkı korumak olan birliğin komutanı, hiçbir direnç göstermeden bu isteği kabul etti. Şimdi gözlerinizi kapatın ve erkek, kadın, çocuk, yaşlı yirmi bin kişinin aynı anda “Bizi teslim etmeyin, öldürecekler.” diye yalvardığını düşünün. Nasıl hüzünlü ve uğultulu bir ses, değil mi? Mahşer yeri denilen bu olsa gerek. Bu sesi umursamamak için ne kadar zalim olmanız gerekir, bir fikriniz var mı? Sizin yoksa da tarihin bir fikri var: BM Bosna Barış Gücü Komutanı, Fransız General Bernard Janvier veya Hollanda Askeri Birliği Komutanı General Tom Karremans olmanız yeterli!
Bombardıman altındaki Güvenli Bölge’yi korumak için bir tek adım bile atmayan bu beyler, yirmi bin masum sivili o gün Radko Mladiç’e teslim ettiler. NATO’ya bağlı uçakların, karargâhtan havalandığını ama Italya üzerindeyken yeni bir emirle geri döndüğünü artık hepimiz biliyoruz.
Peki, o gün orada neler oldu?
Size söylemiştim, bize yapılan her şeyi affedebiliriz ama kadınlarımıza ve çocuklarımıza yapılanlar’ asla affetmeyeceğiz.
Dokuz yaşında henüz ergenliğe girmemiş bir erkek çocuğunu düşünün. Yanında annesi var. Sırp askerler, çocuğun kafasına silah dayıyorlar ve ondan çırılçıplak soydukları kadına yani annesine tecavüz etmesini istiyorlar. Sonunda askerlerin istediğini yapamayınca kafasına yediği tek kur-şunla ölüyor. Bu sırada Hollandalı Barış Gücü askerleri kulaklarına takılı kulaklıkla müzik dinliyorlar.
Bir kadın, kucağında beş yaşında kız çocuğu. İki asker, kızı annesinin kucağından indirmeden kadının ellerini ve bacaklarını iki yana açıp üçüncü bir askerin tecavüzüne yardım ediyor. Bu sırada Birleşmiş Milletler komutanı, askerlerin önderi Mladiç’le aynı masada bira içiyor.
Bir bebek. Kampın etrafındaki binlerce insan gibi ağlıyor. Sesi, askerleri rahatsız etmiş. Annesine “Kes şunun sesini!” diye bağırıyorlar. Kadın bebeğin’ sarıp sarmalıyor, susturmaya çalışıyor ama başaramıyor. Asker “Sen susturamazsan ben sustururum.” deyip elindeki çakıyla bebeğin dilini kesip yere atıyor.
Türk’ün evladı…
Unutma.
Ben Aliya,
Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün bütün Avrupa bizi yapayalnız bıraktı. Üç gün içinde sekiz bin vatandaşımızı katlettiler ve toplu mezarlara gömdüler. Binlerce kadınımıza tecavüz ettiler. Binlerce çocuğumuzu yetim bıraktılar. Henüz mezarların’ bulamadığımız kaç kardeşimiz daha var, bilmiyoruz. önce, hepsini sıraya dizip tek tek öldürmeye başlamışlar. Elinize kazma kürek verildiğini, bir çukur kazdırıldığını, sonra kafanıza bir kurşun sıkıldığını düşünün. Biraz zaman geçince işin çok uzun süreceğini anlıyorlar. Bu kez yirmili, otuzlu, kırklı gruplar hâlinde daha büyük çukurlar kazdırıyorlar. Vatandaşlarımızı bu kuyuların içine atıp üstlerine kurşun yağdırıyorlar. Bu kez de çok fazla mermi harcandığını anlayıp başka bir yola başvuruyorlar. Çukurlara doldurulan kardeşlerimizin üstüne bomba atıp onları paramparça ediyorlar. Onların mezarını biz bulmadık. Kelebekler buldu. Mavi kelebekler. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten bir çeşit bitkiyle beslendikleri için bazı bölgelere kümelendiklerini anladık. Nerede mavi kelebek gördüysek orayı kazdık. Binlerce şehidimizi çıkarıp Potocari’deki şehitliğe defnettik.
Biz “Bosna’da kendi devletimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna’da sadece bizim dinimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna’da sadece bizim kimliğimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Bizim Bosna’da savunduğumuz şey, Batı’nın tüm dünyaya göğsünü gererek anlattığı Helsinki Nihai Senedi’ydi, Paris Şartı’ydı, demokrasi ve hürriyet ilkeleriydi. İki yüz bin canımızı kaybettiğimizde, binlerce kadınımız karınlarında kocalarını öldüren askerlerin be-bekleriyle terk edildiğinde, yirmi dokuz günlük bebeklerimiz öldürülüp toprağa düştüğünde Avrupa’nın anlattığı şeylerin koca bir yalan olduğunu anladık. Amerikan Başkanı George Bush’a toplama kamplarını, tecavüzleri, ambargoyu delilleriyle gösterdiğimde verdiği tepki dünyanın nasıl yönetildiğini öğretti bana. Petrol için Irak’a bir gecede savaş açan ama buna demokrasi kılıfı uyduran, yıllarca Afganistan’da, Pakistan’da, Afrika’da, Filistin’de, Hindistan’da askeri operasyon yapan Amerikan başkanı, anlattıklarım’ dinledikten sonra tek bir cümle söyledi bana: “Bosna bizim meselemiz olamaz, o, Avrupa’nın bir iç meselesi.”
Ben Aliya,
Aliya izzetbegoviç.
Unutma, Türk’ün evladı!
Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna’da, Srebrenitsa’da, Mostar’da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla… Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız.
Ama sen bizim yaşadıklarımızi sakın unutma!
Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.
Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık.
Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik.
Türk’ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen’de, Çanakkale’de, Filistin’de, Kırım’da, Açe’de, Türkistan’da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. insanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale’den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız.
Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya’ya sürmek için planlarını adım adım işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar.
Sen Türk’sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın.
Batı, Haçlı Seferlerini düzenlerken Araplara Arap demiyordu, Türk diyordu. Çanakkale’de Kürtleri boğazlarken onlara Kürt demiyordu, Türk diyordu. Ne zaman ki onların çıkarı için yeni devletlere ihtiyaç duydu, Arap’a Arap demeye başladı. Seni ondan, onu senden ayırdı. Bugün de Kürt’ü senden, seni Kürt’ten ayırmak için gece ve gündüz çalışıyor. Türk’ün Evladı,
Biz Boşnak’ız ama Türk’üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın kadar Boşnak’sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. Sırp’a karşı sorumlu olduğumuz için değil, yasayla zorunlu kılındığı için değil, kimimiz dinimiz, kimimiz milletimiz, kimimiz Kitabımız, kimimiz ahlakımız sebebiyle vicdan sahibi olduk. Birileri öyle istediği için değil, vicdan bunu tarif ettiği için hiçbir milletin diline, dinine, mezhebine karışmadık. Mezarlarıni çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık, kadınlarına tecavüz etmedik, bebeklerini boğazIamadık.
Sen var olmak zorundasın.
Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın.
Sömürgecilerin tezgâhıyla saflara ayrışmamalısın.
Türk’ün Evladı,
Bizi,
onların bize yaptıklarını,
ve sorumluluğunu
sakın unutma !
Haluk Levent’in Srebrenitsa şarkısı
SREBRENİTSA
Ne güzel baktın bana, ne güzel ne güzel
Görmedim diyar diyar görmedim senden güzel
Sonunu hazırladık emanet ellerle
Katliamlar yaşadın hüzünlü gözlerinde
Seni kurtaramadık hiçbirşey yapamadık
Yüreğim buruk yüreğim hasta
Tam 16(24) yıl oldu seni unutamadık
Affet bizi Srebrenista
Her temmuz’un 11’i yaralar kan bağlar
Düşündükçe ağlaşır çocuklar ve kadınlar
Bazen canavardır uygarlık denen illet
Çağ dışı kalır bazen insanlık medeniyet
Haluk Levent
Srebrenitsa, görmeyi bilen gözler için gerçeklerin yattığı yerdir…
Merhaba ben Ahmet ÇETİNLİ. Ömür boyu öğrenmenin sürdüğüne inanan ve öğrendikçe artan merak tutkusuna sahip bir okuyucuyum. Okuduklarımı ve öğrendiklerimi başkaları ile paylaşmayı severim. Maarifhane ile öğrendiklerimi sizlerle paylaşacağım.